Koku
Kokuyor kokuyor kokuyor kokuyor."
M.C. Anday- Çürük
Koklamak insanın nefesiyle bütünleşik bir duyudur. Ayrıca kaçılmazdır da. İnsan nefes almayı sürdürdükçe koklamayı da sürdürmektedir. Bir çiçeği koklarken çiçeğin salgıladığı koku bir noktada nefesimize dönüşür. Çiçeğin kokusu ile bulunduğumuz yerin havası aldığımız nefeste toplanır. Koku insanın varoluşu için de bir değer taşır. Bir bebek doğduğunda kulakları ve gözleri henüz açılmamışken annesinin varlığını hissedebilsin ve annesinin kokusunu alabilsin diye hızlıca birbirlerine yakınlaşmaları sağlanır. Hem anne için hem de bebek için karşılıklı bir bağ koku yoluyla tanımlanır. Onların birbirlerinden aldıkları koku değişmeden kalabildiği müddetçe o bağın varlığı devam eder.
Koku duyusu beynimizdeki limbik sistemle (duyguları içerir) aynı alanda konumlanmaktadır. Hafızamız ile doğrudan bir ilişkisi olduğundan kokular temsil ettikleri anıları yeniden canlandırır. Ozan, kokular kitabında hakeza bu konuya değinir. "Koku; duygu ve duygu durumumuza hitap ediyor. Hâkim duyu olan görsellikse, düşünce ve anlamayla ilgili. Görüntü, bizi nesneden çokça uzaklaştırıyor. Yani resimlerdeki veya fotoğraflardaki görüntüleri bir çerçeve içinde kabul ediyor ve çerçevenin içindekini anlamaya çalışıyoruz ki entelektüel bir tepki verip davranış biçimi geliştirelim. Oysa kokuyu duyduğumuzda böyle bir çerçeve söz konusu değil. Bir anlamda işitme duyusuyla ortak bir paylaşım olarak koku bize çerçevesiz geliyor ve bizi içine alıyor” Hafızamızdaki saklı anıları uyandırmasıyla geçmişi yaşanılan ana, şimdiye sürükler. Biz nefes aldıkça kokularımız da bizimle nefes almaya devam etmektedir. Proust'un Kayıp zamanın izinde serisinin ilk kitabı Swann'ların tarafında bahsettiği gibi koku; "Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.”
Her kokunun şahsi bir ömrü var:
Hatırlandıkça var olmaya devam eden
bir hayat ve canlılık taşıyan.
Yağmur hafif çiseliyordu, ağır bir sis çökmüştü. Karaçam ve meşe ağaçlarının kokusu çöken sisle daha yoğunlaşmıştı. Bir nefesle sanki orman ciğerlerime değiyordu. Ne zaman ahmak ıslatan bir yağmurun olduğu gün ormana gitsem Mevlana'nın gönül bir ormandır sözü aklıma gelir. Orada orman bir gönüldü. Nefesim ormandı. Nefes alırken gönlüme değiyordu hava. Öyle içerdendi. Koca bir orman nefesimle yüreğime sığmıştı. Hatırlandıkça yüreği ferahlatan koku. Teselli eden, bir sevinci ayaklandıran, bir hançer saplanmışcasına yüreği acıtan birçok duyguyu ayaklandıran koku veya kokular.
Her koku bireysel ve tektir. Ancak öyle kokular vardır ki; her insanın ortak bir geleceğini ve fark etmesi gereken bir gerçekliği taşır. Sefer tası filminde yer alan sahne bu gerçekliği açıkça bize gösterir. Saajan Ilaya yazdığı son mektupların birinde şu sözleri söyler. “Eskiden banyoya girdiğimde büyükbabamın kokusunu duyardım, işte bu yaşlılığın kokusuydu, son zamanlarda bu kokuyu sık sık duyuyorum, sonradan farkettim ki bu benim kendi kokum, artık yaşlanıyorum…” Odamızın kokusu, kıyafetlerimize sinen ter kokumuz, sokaklarımızı süsleyen hanımeli, yasemin ve ıhlamur ağaçlarının yaydıkları kokular sayesinde kendimize ve yaşadığımız yere ait has bir kimlik taşırız.
Sahaftan alınan kitabın kokusunu derin bir solukla içimize çekerken, akşam saatleri eve döndüğümüzde günün yorgunluğunu atmak için göğe başımızı çevirip son kez derin bir nefes alırken, sevdiğimiz birine sarılıp omuzlarına burnumuzu batırırken, kahveyi içmeden önce mutlaka koklarken istemeden de olsa isteyerek de olsa aldığımız nefeslerle içimize sinen birçok güzel koku ruhumuza şifa bize de yaşama ümidi verir. Arkadaş Zekai Özger'in sevdadır şirinde dediği gibi
"Göğü kucaklayıp getirdim sana
kokla
açılırsın"
Yorumlar
Yorum Gönder